7 Ekim 2016 Cuma

Koşmasaydım yazamazdım

Paul Auster, adım atmak metaforunda yaşamsal sorularının etrafında dolaşıp konuyu gayet basitçe aktarmayı başaran bir yazar.
Adımlarımın anlamı bu metaforla değer kazandı diyebilirim.
Haruki Murakami ise neden koşmam gerektiğini hatırlatıyor.



Basit bir korku ile İstinye Tarabya koşularımda, Tarabya da denizin en içeri girdiği küçük dönemeç benim ötesine geçmek istemediğim bir engel olarak kaldı aylardır.
Arnavut taşlarına dikkat etmek, 6 kilometreden sonra anlamsız geliyor çünkü, ve o küçük parkın köpekleri sanki boşluğa basıp tökezlememi bekler gibi.

15 kilometre koşacağım bir akşam, dün akşam, durmak istemedim. Devam etmeye karar verdim. Balık mevsimi Yeniköy Tarabya arası tam bir muamma. Oltalar, acemi balıkçıların oltayı denize savururken beceriksizlikleri, odun ateşinde çay yapan anlamsız, vergisiz kazanç için kolları sıvamış işbilirler, bu işbilirlere ve balıkçılara hizmet eden ve kaldırımlarda dolaşan malzeme taşıyan işibilir motosikletçiler ile yeniden karşılaşmak yerine devam etmek istedim. Üzerinde ceylanlar gibi sekerek parkı geçtim.  Tarabya koyunu dolaşarak, Grand Tarabya otelinin burnundan döndüğüm an itibarıyla koşum keşfe dönüştü.

Nedense bu burundan sonra yağmış yağmur, anlamsız kalabalığı evlerine yollamış, gerçek balıkçılar ve gerçek İstanbul sevenler ile, hiç eksik olmayan aşk mağdurları vardı sadece etrafta.

İçilen sigaraların dumanları, mangal dumanından bin kat daha iyi. Belli ki yalnızlığını ilk saatlerinde durumu anlamaya çalışan eski sevgililerin kederli dumanlarına itiraz eden bir bakış ile yanlarından geçmek yerine, durmayın adım atın, koşun diyerek bakarak geçiyorum yanlarından.

Saat 22:00 ı geçmiş, sokak lambalarının aydınlatmadığı ve daha önce koşmadığım bölümlerden dikkatlice geçerken, koyu mavi kaldırımların, parlayan denizle nereden ayrıldığını görmek zor.

Koyu mavi denizin ıslak havadan daha berrak olması manzarayı daha anlamlı kılıyor. Sığ taraflarında denizin balıkçılar yok. Daha yeni sevgili ayrılığı yaşayanlar için denizin içi canlı. Denize girmek isteyenler için yağmurlu ve geç bir saat.

Büyük bir aşkla bağlı olduğum İstanbulumun koynunda, tüm kıvrımlarında, dakikalarca koşarak geziniyorum. Daha güzel bir koku, daha büyük bir gizem başlıyor her adımımda.

Dizi çekimlerinin herhalde doğal figüranı olmuşumdur, her zaman her yerde bir çekim. Ya da düğün fotoğraflarında bir çok gelinin arkasında en az bir fotolarında varımdır.

Yine Kireçburnun'da bir çekim. Eksik olmasınlar da, bu dizi modası geçse artık. Hepsi mutsuz, hepsi ruhsuz, hepsi gergin. Koşan beynimin mutluluğuna zıt, bacak kaslarım gibiler.  Ama mecburen vals adımları ile çalışanlara çarpmamak için dans etmeye başlıyorum.

Evlerine geç gelenler otobüslerinden yada minibüslerinde iniyorlar. Dar kaldırım ve durak olduğunda kendimi inenlere göre ayarlamam çok zor bir süreç. hızla otobüsten kaçarcasına inip hiç bir zaman tahmin edilemeyen, kaldırımın gizemli bir noktasında asılı kalıp duruyorlar. Eğer çarpışmak üzere iseniz hepsinin gözlerinde hayret ve vazgeçmişlik var.

Elma, karanfil aromalı kaldırımlar, özellikle ağaçlı ve parklı bölümlerde size süprizler yapıyor. Nargile yeni Moda.

Sarıyer e doğru parkur heyecanlar ile dolu. Denize 0 benzin istasyonun arkasında tek kişilik geçiş için dikkatimi topluyorum, ve bir nefes geçiyorum. Biri gelse karşıdan durmak istemiyorum. Diğer alternatifim ise istasyonun içi. Kaymak ve düşmek çok olası. Bu sefer yağmurda herhalde kimse yok.

Bu da ne bir yelkenli, demir atmış boğaza. Tekne nin bağlı olduğu alana kadar berrak dibi görünen deniz  sanki İstanbul boğazı değil. Arkasında kırmızı ışıklanmış doğa katili 3. köprü.

"Boğaz da  Kafka" resmini çizmek için harika bir İstanbul akşamı bu akşam. Hep aklımda bu resim kalacak. Henüz çizilmemiş olsa da. Bir duvara bakarken görürseniz beni. Bu resme baktığımdan emin olun. Hareket eden gözlerim ise oturan değil ama koşan Kafka nın çağrısına bakar.